Yüzüm Yerde, Özüm Darda, Meydandayım
Remzi Kaptan
remzi.kaptan@yahoo.com
Rüya ile gerçeğin arasında bir yerde gözlerini açtı. Gözleri karanlık odada tanıdık nesneler ararken zihni kendi yatağında olduğunu hatırlatıyordu. Kendi yatağında olması, tanıdık kokuların hakim olduğu bir atmosferde olması azda olsa rahatlamasını sağlamıştı. Ancak rahatlamış olması, kaygısızca yastığına başını koyup uyumak için yeterli gelmemişti. Gelmediği için doğruldu yatağında. Yastığını sırtına gelecek şekilde düzeltti. Başını yatağın dayanmış olduğu duvara dayadı. Ellerini yorganın üstüne çıkartıp birleştirdi. Işığı yakmadı. Işığı yaksa sanki doğru düşünemezmiş hissine kapıldı. Karanlık odaya alışan gözleri nesneleri şimdi daha rahat seçiyordu. Hafiften indirilmiş olan panjurların aralığından caddenin ışıkları yansıyordu odaya. Eliyle hayat arkadaşının ellini aradı. Hayat arkadaşı her zamanki gibi doğal bir refleksle elini tutan eli tuttu. Sonra tekrar parmaklarını gevşetti. Eli, hala kokusuyla bütünleşmiş olan yatağı paylaştığı kişinin elini tutuyordu. Şimşek hızıyla kokuların insan hayatında –ve tabi ki kendi hayatında- ne kadar önemli olduğunu düşündü. Bunca karmaşık duygu ve düşüncenin arasında aklına kokuların ne kadar önemli olduğu düşüncesinin gelmiş olmasına kendisi de şaştı. Şaşkınlığı kısa sürdü. Tekrar, biraz önce rüya ile gerçeğin arasında bir yerdeyken karanlık odaya gözlerini açtığı ruh haline geri döndü.
Hayat arkadaşının elini usulca bıraktı. Sırtı kendisine dönük olan hayat arkadaşı öyle sessiz uyuyordu ki, sanki nefes almıyordu. Beraberliklerinin ilk döneminde bir çok defa onun nefes almadığını düşünmüş ve telaşla uyandırmıştı. Aklına gecenin bilinmedik kaçında bu anın gelmesine de şaştı. Ama fazla üzerinde durmadı. Hayat arkadaşının uyanmaması için dikkatlice yataktan çıktı. Çıkmadan önce sırtını hafifçe kokladı. Yine o tanıdık kokunun olması aklına yine kokuların ne kadar önemli olduğunu getirdi.
Yataktan usulca çıkan kişi, çocuğunun uyuduğu odaya gitti. Kızının odası kendilerinin odalarına göre çok daha aydınlıktı. 6 yaşında olan kızının üstünü örttü. Hafifçe yanağını öptü. Kızının o meleklere has olabilecek kokusunu içine çekti.
Hayat arkadaşının ve kızının varlığına sevinip tekrar yatağına döndü. Yatağa uzanmak yerine yine sırtını duvara yasladı. Oda daha aydınlık görünüyordu gözlerine. Kafasını duvara iyice dayadı. Ayaklarını rahat bıraktı. Ellerini yine yorganın üzerine çıkardı. Bu kez ellerini birleştirmedi. Yıllardır aynı yatağı paylaştığı insan deliksiz uyumaya devam ediyordu.
Anlatılmaz bir ruh hali içindeydi. Ruh hali kötü değildi, iyide değildi. Bilinen ruh hali tariflerine benzemeyen bir momenti yaşıyordu. Biraz önce kızının ve hayat arkadaşının varlığına seviniyordu. Şükür sahibiydi. Yaratana isyan eden bir ruh hali değildi. Aksine, şükür eden bir ruh halindeydi. Mesele şükür etmek veya isyan etmek değildi. Mesele “bambaşkaydı.” Bu bambaşkayı o da bilmiyordu. Ortada bir mesele vardi. Kesin olan buydu.
Karanlık odada gözlerini sabit bir noktaya dikmiş bambaşkayı anlamaya çalışıyordu. Gözlerini gayri ihtiyari olarak kapattı. Uyumuyordu. Daha berrak düşünmeye çalışıyor, duygularının neye karşılık olduğunu saptamaya çalışıyordu. O an en son katıldığı cemde Mürsel dedenin İmam Hüseyin'in şahsında cümle Yezitlere hitaben söylediği ağıt geldi aklına. Mürsel dedenin o tarih ötesinden gelen, dinleyeni ağlatan davudi sesi kulaklarında çınlıyordu. “Evladı Ali'yem öldürün/ Evladı Resul'em öldürün.”
Kaç zaman geçti bilinmez ancak Mürsel dedenin elini kalbine koyup “Ya Hızır” demesi ile cem erenlerinin yek can olmaları ve aynı ruhsal bütünlüğe erişmelerinde yaşadığı gibi yaşıyordu şimdi. Farkında olmayarak elini kalbine koymuş “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali, Ya Hızır” diye mırıldanmıştı. Onunla beraber Mürsel dede de “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali, Ya Hızır” diyordu.
Ne kadar zaman geçmişti bütün bunlar olurken?
Sadece bir kaç saniyede mi olmuştu, yoksa saatlerce sürmüş müydü?
Kaç defa tekrar etmişti Kerbela mersiyesini ve kaç defa “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali, Ya Hızır” diye mırıldanmıştı?
Bunlar meçhuldü. Önemi de yoktu aslında. Önemli olan, tıpkı maneviyatın en dorukta yaşandığı, seyir için değil, Hak için semahların dönüldüğü, canların tevhid halini alıp can olduğu cemlerde yaşanan yoğunluğun yaşanmış olmasıydı. Arınmış, yenilenmiş bambaşkayı çözmüştü.
O ana kadar ezberinde hiç bir duayı, gülbankı bilmediği halde erenlerin buyurduğu gibi “dile gelmiş,” rahmeti ve merhameti sınırsız vede sonsuz olan Yaratıcıya yakarmıştı.
“Ey rahmeti ve merhameti sonsuz olan.
Bağışla beni.
Rahmetinden ve merhametinden mahrum eyleme beni.
Yüzüm yerde, özüm darda, meydandayım.
Sonsuz denizinde bir damla olmaktır muradım.
Üçlerin, Beşlerin, On İki İmamların, On Dört Masum-u Pakların, On Yedi Kemerbestlerin, Kırkların yolundan ayırma beni.
Ehlibeytin yüzü suyu hürmetine didarından mahrum eyleme beni.
Ey uluların ulusu, yerlerin ve göklerin ve var olan her şeyin Maliki.
Esirgen ve bağışlayansın. Cümle canları esirge, bağışla.
Ehlibeyt bendelerinin, İmam Hüseyin'e gözyaşı dökenlerin, Hacı Bektaş Veli'nin yolunda olanların, Pir Sultan Abdal'a bağlı olanları esirge, bağışla.
Yollarını yolsuza uğratma. Ey Allah'ım senden başka ilah yoktur.
Sen Gaffarsın.
Yolundan çıkmış olanları bağışlayansın.
Ey Allah'ım, beni, ailemi, cümle Ehlibeyt muhiplerini, sana yalvaran, senden medet dileyen, tek muradları didarına nail olmak olan cümle canların dilde dileklerini, gönülde muradlarını ver.
Onları kötülerden ve yolundan çıkmış olanlardan eyleme.
Gerçeğe Hü!”
Hayat arkadaşı çoktan uyanmış kahvaltı hazırlıyordu. Küçük kızı gelip yorganı üzerinden alınca o da uyandı. Kahkahalar atarak yorganı çekiştiren kızını yakalayıp sevdi. Küçük kız tekrar kaçınca artık bambaşka biri olarak uyandığını fark etti. Bu ev, bu oda, eşyalar daha bir renkliydi. Adeta mutluluk ve huzur saçıyorlardı. Elbette şimdiye kadarki hayatında da oldukça mutluydu. Ancak bu sabah bambaşka biri olduğunu, hayatının bundan sonra daha anlamlı ve mutluluk dolu olacağının bilincindeydi. Bu bilinç ile “Ya Hızır” deyip yataktan çıktı. Yeniden doğmuştu.
|