Fatma Ana'nın Eli
Taksiye binip eve gitmek yerine yürüyerek sahile indi. Cıvıl cıvıl insanlara baktı, martıların sesine kulak kabarttı, az ileride geçen gemilere göz attı. Sanki bir film karesinin içerisindeydi. Öyle bir kare ki tüm renkler, sesler, görüntüler daha yakın, daha boyutlu, gerçeğin üstü bir gerçeklikte.
'Acaba ömrümün hiç bir döneminde şimdi yaşadığım ve hissettiğim gibi bir algıya sahip oldum mu' diye aklından geçirdi. Cevabını bilemedi.
Çoktandır nefes alışında zorluk yaşıyordu ve bu nefes alışındaki zorluk ile beraber sırtında tanımlaması zor ve gelip geçici ağrılardan olmayan bir ağrı yaşıyordu. Hep doktora gitmek istemiş ve fakat bir türlü zaman ayıramamıştı. Sonunda nefes almakta daha da zorlanmaya başlayınca doktora gitmek zorunda kalmıştı.
Doktorlar bazı testler yapmışlar fakat tam olarak emin olmak için daha kapsamlı testler ve kontrol için bir kaç gün sonrasına randevu vermişlerdi.
Bir kaç defa böyle gidip gelmeler sonucu doktorlar tam olarak teşhisi koymuşlardı. İşte şimdi tam olarak teşhisin konulduğu doktor çıkışının sonucunda Kadıköy sahilinde yürüyordu.
“Hemen tedaviye başlamamız gerekiyor. Daha çok geç kalmadan Bektaş bey,” demişti doktor. Doktor tedavi süreçlerini, ilaç tedavisi, kemoterapi, radyoterapi, ameliyat ve daha başka şeyleri sıralarken Bektaş sessiz ve sakin bir şekilde dinliyordu.
Doktorlar olabildiğince sakin ve umut vadeder şekilde konuştular. Fakat Bektaş onların söylediklerinin hepsini algılayamıyordu. O kelimeyi, -Kanser- duyduğu andan itibaren diğer söylenenler ağır çekimde ulaşıyordu Bektaş'a.
Reçetesini alıp hastaneden çıkınca hemen karşıda olan eczaneden ilaçlarını aldı. Eczacı acıyan gözlerle bakıp anlatmıştı ilaçları nasıl ve ne aralıklarla alacağını.
'Daha çok bu acıyan bakışlara maruz kalacağım' demişti içinden Bektaş ve bu ruh hali ile sahile inmişti.
Yorulduğunda bir banka oturmuş aklından bin tane düşünce ile dalgın bir şekilde karşısındaki denize bakıyordu.
İnsanlar önünden geçiyordu. Sevgililer, gençler, annelerini çekiştiren ve büfeden yiyecek ve oyuncak isteyen çocuklar, çekirdek ve benzer yiyecekler satan satıcılar, Suriyeli dilenciler... Bektaş tüm bunlara daha başka bir gözle bakıyor, evdekilere ne diyeceğini, kendisi mutlak son ile karşılaştığında ailesinin ve sevdiklerinin hayatlarının nasıl etkileneceğini düşünüyordu.
Elbette yiğitti yiğit olmasına ama şimdi işte bir başınaydı ve mutlak son sandığından daha yakındı. Bu durumda yiğit olmak kar etmiyordu. Boğazı düğüm düğüm olmuş ve gözünden belli belirsiz bir iki damla yaş gelmişti.
Annesini –ki annesi hep dualarında; “Allah'ım bana evlat acısı yaşatma derdi”- eşini ve en çokta 8 yaşında olan kızı Bahar ile 5 yaşında olan oğlu Cem Ali'yi düşündü.
Başını ellerinin arasına alıp önüne eğdi.
Uzaktan bir geminin sesi geldi, çocuk bağırtıları, satıcıların sesleri... Bektaş'ın gözlerinden yaşlar aktı, yanaklarından süzülüp yere düştü.
“Eğer Hak inancına inanıp hakikat yolunda yürüyenlerdensen, ölümde dahil dünya halinin hiç bir şekli seni yormamalı yavrum.”
Yerinde doğrulup sağ tarafına bakınca bu sözleri söyleyen ve kendisi ile aynı bankta oturan yaşlı teyzeyi gördü Bektaş.
Bankta oturduğumda bu teyzede var mıydı? Ne zaman oturmuştu?
Bektaş teyzenin yüzüne baktı. Yaşlı yüzünden farklı olarak delici gözleri vardı.
Bu etkileyici gözlere bakamadı, bakışlarını çevirdi.
En son bu sözleri ne zaman duymuştu? Katıldığı bir cemde dedemi söylemişti? Yoksa inançlı olan, İmam Hüseyinsin adı her geçtiğinde istem dışı gözlerinde yaşlar gelen nenesimi söylemişti?
Bir daha teyzeye bakmak istedi yine o delici, insanın içine işleyen bakışları görünce tekrar yüzünü çevirdi.
“Ölüm bize uzak değil evladım” dedi teyze. Bu sözleri niye söylüyordu. Nereden biliyordu ne halde olduğunu? Bir şeyler demek istedi fakat yine o daha önce hiç bir insanoğlunda görmediği bakışlardan gözlerini kaçırdı, bir şey diyemedi. Devam etti teyze: “ölüm bize bir nefes kadar yakın.
Eğer Hak inancı üzeri bir yaşamın olmuşsa, ısrarla hakikat yolunda yürümüşsen, yürümeye gayret etmişsen, bu durumda ölüm yoktur. Ölen tendir, can ölmez.
Can ölmediği için cananıyla buluşur. Geldiği kaynağa geri dönmüş olur. Fakat Hak inancından uzak, dünya halinin debdebesinde bir yaşamın olmuşsa, sen bu durumda zaten ölülerden sayılırsın.”
Bu sözleri duymayalı ne kadar çok olmuştu. Ne kadar zamandır ne bir ceme gitmiş, ne bir dergahı ziyaret etmiş, ne perşembe gecesi delili uyandırmıştı.
Daha çok dünya malı için çabalamış, dünyevi statü için çalışmış, gündelik kaygılarla yaşamını şekillendirip yaşamıştı.
“Hakkıyla yaşanmış bir yaşamın sonunda ölüm yoktur evladım. Hakka yürümek vardır. Eğer korkular, kaygılar varsa demek ki hakkıyla yaşanan bir hayatı yaşamıyorsun.”
Ölüm, yaşamın anlamı hakkında konuşmaya devam etti teyze. Son olarak şunları söyledi: “Hiç bir şey için geç değildir. Son nefese kadar o umut kapısı açıktır.” Bunları dedikten sonra elini Bektaş'ın sırtına koydu. Bektaş hafif öne eğildiği için teyzenin elini sırtında hissettiğinde doğrulmak istedi fakat doğrulamadı.
Nefes almakta zorlandı Bektaş. Kımıldamak istiyor, yerinden kımıldayamıyordu.
Terliyordu. Tüm bedeni ateşler içerisindeydi. Gözleri karardı. Bilincini yitirmeden önce teyzenin bir şeyler dediğini anımsadı. Sözlerinin ne olduğunu seçemiyordu. Gülbanklara benziyordu söyledikleri.
O anda sonra bilincini yitirdi, daha gerisini hatırlamıyordu. Kaç dakika öyle geçti, bilemiyordu.
Tekrar kendisine geldiğinde karanlık çökmüş vücudu kaskatı kesilmiş ve hala aynı bankta tek başına oturuyordu.
Bu gün öyle şeyler yaşamıştı ki nasıl yorumlayacağını, neye nasıl mana vereceğini bilemiyordu.
Eve gittiğinde kimseye bir şey söylemedi. Ertesi sabah yine işe gider gibi evden çıktı, tüm gün -ve hafta boyunca- Şahkulu, Karacaahmet Sultan, Erikli Baba, Garip Dede ve daha başka dergahları, cemevlerini ziyaret etti. Orada niyaz etti, “Allah'ım hakkımda ne hayırlısıysa onu bana nasip eyle, özümü sana bağlamışım” diye dua etti.
Bir haftanın sonunda tekrar doktora gittiğinde, “bu bir mucize olmalı” dedi doktor. “İlaçlar etkisini göstermiş. Bektaş bey, şu an için daha başka tedaviye gerek yok. İlaçlarınız bitinceye kadar almaya devam edin, 2 hafta sonra tekrar kontrole gelin” demişti.
Doktor öyle neşeli ve sevinçle söylemişti ki bunları, Bektaş formel olarak sevinmiş göründü. Oysa biliyordu neyin ne olduğunu.
Fatma Ana'nın elinin şifasıydı bu iyileşme.
O günden sonra Bektaş her perşembe evinde delili uyandırdı, duasını etti, cemlere katıldı. Yine her gece iki saate yakın tefekkür edip Ehlibeyte niyaz etti.
Ehlibeyte her niyaz ettiğinde sıra Fatma Ana'ya gelince içini bir ürperme sarıyordu ve delici bakışları yeniden yaşıyordu.
Remzi Kaptan
|