Alevi Tarihinden Üç Örnek ve Tavrımız
Alevi inançlı kimse demek, Alevilik inancını yaşayan –en azından elinden geldiğince yaşamaya çalışan- kimse demektir. Bunun yanı sıra Alevilik değerlerine bağlı ve doğrularının sahiplenicisi ve savunucusu kimse demektir.
Demek ki Aleviliğe inanmak beraberinde onu yaşamanın yanı sıra Aleviliğin taşıdığı değerleri ve doğruları sahiplenmeyi de getiriyor. Bu da haliyle sorumluluk ve görev bilinci demektir.
Sorumluluk hissetmek beraberinde bazı görevleri almak ve bu görevlerin gereklerini yerine getirmek demektir.
Alevi bir kimsenin sorumluluk ve görevlerini tarihsel olaylarla örnekleyelim ve bu örneklerden yola çıkarak çağın yanlışlarına karşı nasıl bir tavır alınması gerektiğini netleştirelim.
Alevilik Hak inancı ve hakikat yolu olduğundan tarihten günümüze -ve gelecekte de- şeytani anlayışların hedefinde olan olan bir inançtır.
Bu gerçeklikten yola çıkarak Alevilerin tarihinden üç tane örnek ile güncel olarak yaşadıklarımıza karşı tavırlarımızın nasıl somutlaşacağını detaylandıralım.
İlk örneğimiz Hariciler ve Hz. Ali'dir.
Hariciler, Hz. Ali gibi bir şahsiyetin dahi inanç ve itikadını, politik önderlik ve savaşçılığını yetersiz bulan, kendilerince “en itikatlı ve inançlı” şekilde yaşadığını sanan kimselerden oluşan bir gruptu.
Hariciler, kendileri dışındaki herkesi din dışı görüyorlardı. Kendilerini “yegane tek doğru anlayış” olarak kabul ediyorlardı.
Dogmatizmi ve biçimsel olanı esas alıyor buna uymayanlara karşı acımasız bir mücadele yürütüyorlardı.
Hariciler, Sıffin savaşında Hz. Ali'nin tüm ısrar ve çabalarına karşın Hz. Ali'yi Muaviye ile anlaşma yapması için zorladılar. Hatta savaş kazanılacağı vakit savaş meydanını terk ettiler. Sonrasında ise Hz. Ali'yi Muaviye ile Hakem olayına razı olduğu için dinden çıkmak ile eleştirdiler ve ona karşı savaş ilan ettiler.
Gerçek dindarlık, en doğru şekilde inancı yaşamak adına dayatılan yobazlığa karşı Hz. Ali'nin tavrı oldukça net olmuştur.
Hz. Ali ilk etapta bu kimselere doğruyu anlatmış, biçimi ve dogmatizmi reddetmiş ve inancın özünü kavramalarını sağlamaya çalışmıştır.
Örneğin Sıffin savaşında Muaviye'nin askerleri mızraklarının ucuna Kuran ayetlerini takınca bu grup 'biz Kuran ayetlerine karşı gelemeyiz' demiş ve Hz. Ali de 'onlar sadece yapraklardan ibarettir, ben ise Kuran-i Natıkım, yani konuşan Kuran'ım' demiştir.
Ne yazık ki tüm ikna çabaları ve doğruyu anlatma çalışmaları akamete uğramış, Hariciler dogmatizmin ve biçimsel kuralların esiri olmaktan kurtulamamışlardır.
Bununla beraber bu kimseler kendi biçimsel kurallarını ve dogmatizmlerini herkese dayatmaya kalkışmış ve kendisi gibi olmayanları buna zorlamışlardır. Kabul etmeyenleri ise katletmişlerdir.
Bunun sonucunda kaçınılmaz olarak Nehrevan savaşında bunlar Hz. Ali ile karşı karşıya gelmişler ve Hz. Ali bunlara fiziki olarak ağır bir darbe vurmuştur.
Nehrevan savaşından sonra Hariciler kitle olarak marjinal kaldılar fakat fikirleri yani biçimsellik ve dogmatizmi esas almak ve bunu dinin temeli saymak günümüze kadar devam ediyor.
Günümüzde isimleri farklı farklı olan gerek içimizde gerekse dışımızdaki Haricilere karşı tavrımızda Hz. Ali gibi olmalıdır. Asla biçimsellik ve dogmatizm batağında saplanıp kalmayalım. Bu bataklıkta olanlarında bizleri bataklıklarına çekmelerine izin vermeyelim.
İkinci örneğimiz Yezit, Küfeliler ve İmam Hüseyin'dir.
İmam Hüseyin, şeytanın adeta cismanileşmiş hali olan Yezid'e asla biat etmedi. Çünkü Yezid'e biat etmek demek, onun zalimliğine, haksızlığına ve kötü yönetimine onay vermek demekti.
Yine Yezid'e biat etmek demek, Hak inancı diye dayatılan ve kabul ettirilmek istenen özde şeytani sisteme onay vermek demekti.
İmam Hüseyin elbette bunu yapamazdı ve yapmadı da. Canı pahasına da olsa, tüm ailesi bu uğurda şehit edilecek olsa da yapmadı.
Diğer yandan İmam Hüseyin'e çok sayıda mektup gönderip onu Küfe şehrine davet ederek, ona bağlı olduklarını dile getirip yanında olacaklarını beyan eden Küfeliler, Kerbela çölünde İmam Hüseyin'in karşısına çıkıp ona karşı kılıç salladılar.
Yani amiyane tabirle dost diye bilinenler düşman oldular. Ve bu düşmanlık mecazi anlamda değil, gerçek manada, şehitlikle sonuçlanan bir düşmanlıktı.
Buradan çıkaracağımız sonuç şu olmalı: günümüzün Küfelilerine -yani dostuz diyen ama menfaat ve çıkarı için dostluklarını satıp düşman olanlara- ve Yezitlerine karşı asla ve kat'a Hak inancından ve hakikat yolundan ayrılmamalıyız ve bunlardan aman dilenip biat etmemeliyiz.
Sonu ne olursa olsun ayrılmamalıyız, biat etmemeliyiz.
Ayrıldığımızda, günümüz Yezitlerine biat edip ve yine günümüz Küfelilerine yaltaklık yaptığımızda şerefimizi, onurumuzu, haysiyetimizi kaybetmiş oluruz. Bunları yitirdikten sonra bedenen yaşamış olmamızın çok bir manası var mı?
Üçüncü örneğimiz Pir Sultan Abdal ve Hınzır Paşa örneğidir.
Hınzır Paşa vakti zamanında Pir Sultan Abdal'ın öğrencisi ve talibidir.
O zaman adı Hızır'dır.
Gel zaman git zaman Hızır, zamanın egemenlerinin haram sofralarında oturmaya meyleder ve bunun sonucunda artık Pir Sultan Abdal'ın talibi değildir.
Hızır tercihini Pir Sultan Abdal'ın itlerinin dahi yemediği haram sofralarından yana yapınca devrin egemenlerince paşalıkla taltif edilir.
Paşa olunca adı da Hızır'dan Hınzıra çevrilir. Çünkü paşa olmak demek egemen olmak demektir ve zamanın egemenleri egemenliklerini yalan, hilebazlık ve zalimlik üzerine inşaa edip bu temel üzerinden de devam ettiren, işkembelerini mazlumların alin teri ve ahları ile dolduranlardır.
Devrin egemenleri Hak inancına uzak, hakikat yolundan ayrı, zalim ve haramin hakim olduğu ve her türlü çirkefin cereyan ettiği saraylarında yalan saltanatlarının keyfini sürerken Pir Sultan Abdal ve onunla aynı inancı, değerleri paylaşanlarda Hak inancına mensup olmanın ve hakikat yolunda yürüyor olmanın gereklerini yerine getiriyorlardı.
Getirdikleri içinde bu zalimlerin yıkılası çarklarına çomak sokuyorlardı.
Böylece zalim ve güçlü ile haklı ve güçsüz olan karşı karşıya geliyordu.
İşte bu karşılaşmada eskiden talipken adı Hızır olan fakat haram ve saltanata meylinden sonra adı Hınzır paşaya dönüşen ile Hak inancına mensubiyetini her şart altında sürdüren Pir Sultan Abdal'ın tavırları günümüz için –ve aslında tüm zamanlar için- önemli veriler içeriyor.
Hınzır -ve cümle Hınzır paşalar- herkesi kendisi gibi sanıyor. İnanıyor ki maddi olanaklar ve statü ile herkes önünde diz çöker, ona boyun eğer, paşalığını yani makamını kutsar. Çünkü o büyük adam ya, paşa ya.
Oysa Hak inancına mensup olan Pir Sultan Abdal değil Hınzıra imrenmek, ona boyun eğmek, onun haram sofrasında yemek yemek, aksine sarayın ortasında dahi gözünü budaktan sakınmaz ve hak bildiklerini ölümü pahasına söylemekten çekinmez.
Yaşamın sırrını çözmüş, yüreği Ali sevdası ile dolup taşan Pir Sultan'ı hangi güç, hangi iktidar, hangi zorbalık doğrularını söylemekten alıkoyar ki?
Bırakın Pir Sultan Abdal'ı, onun candaşlarını, Pir Sultan'ın itleri dahi o haram sofrasının en leziz yiyeceklerini yemediler.
Buradan alacağımız ders ve sonucunda alacağımız tavır oldukça net ve açıktır.
Pirimizin itlerinin bile oturmadığı haram sofralarındansa bizler helalinden kuru ekmek ile Hak inancı üzere yaşamımızı daha lezzetli yaşarız.
Günümüzde Hınzır olmak için her türlü şaklabanlığı yapmaya hazır Hızır'larına inat bizler haram sofralarında oturmayacağız.
Sonuç olarak önderlerimizin yaşamı ve tavırları ortadadır. Bizlere düşen onların değerlerinin ve doğrularının takipçisi olmaya devam etmektir.
Yani Hak inancına tabi olarak hakikat yolunda yürümeye tüm coşkumuz ile devam.
Remzi Kaptan
|