Ölüm
Remzi KAPTAN
Remzi.kaptan@yahoo.com
Ölüm hayatın yadsınamaz, yok sayılamaz gerçeğidir. Ne kadar korkarsak korkalım, inkar edelim, yokmuş gibi davranalım; ölüm hayatın gerçeğidir.
Hayatın gerçeği olmakla beraber genel bir cevabı yoktur “ölüm nedir” sorusunun. Her toplum dolayısıyla bireylerinde farklı farklı anlam vermeleri vardır ölüme.
Tarih boyunca ölüm insan tarafından hiç bir zaman basit olarak değerlendirilmemiştir. Bu doğru bir tutum olmakla beraber doğru mananın verildiği tartışılır bir durumdur.
Doğumda olduğu gibi ölümde insan iradesinin dışındadır. Ancak her zaman ve her zeminde vurgulamaya çalıştığımız gibi, hayata kattığı/verdiği anlam ile insanoğlu/kızı ölüm olayı karşısında da bir tutuma/anlayışa sahiptir. Hayata verilen anlam, anlamına uygun bir hayatın sahibi olmak/olmaya çalışmak; ölüm fenomeni karşısında da hazırlıklı olmak demektir. Sonuçta bu dünyada yaşayan canlılardan sadece insan ölümlü olduğunu, günün birinde öleceğini bilir. Bu bilinç insanda ölüm ile ilgili inançlar edinmesine vesile olur. Bizlerinde bu aktarımla yapmaya çalıştığı bir bütün halinde –öncesi, sırası,sonrası- ölüme dair düşünce ve görüşlerimizi inancımızında bize verdikleriyle anlaşılır bir üslupla anlatmaya çalışmaktır.
İlkel Toplumlarda Ölüm
Hangi toplumun medeni hangilerinin ilkel oldukları bizce tartışılır bir durumdur. Ancak genel kabul görmüş bir tanım olduğundan dolayı eski kültürleri/toplumları tanımlarken “ilkel” kavramını bizlerde anlaşılır olması bakımından kullanıyoruz. Dolayısıyla kimse “ilkel toplumlarda ölüm” başlığına bakıp o toplumları, başkalarının çokça yaptığı gibi bizlerinde ilkel toplum diyerek küçük düşürdüğü gibi yanlış bir sonuç çıkarmasın.
Bu kısa açıklamadan sonra gelelim ilkel toplumlarda ölüme. Girişte de açıklamaya çalıştığımız gibi insanoğlu/kızı var olduğu günden günümüze -ve gelecekte de- davranışlarının türlü nedenlerini merak etmiştir/etmeye de devam ediyor. Varlığını tehdit eden ölüm ve benzer olayların sebeplerini anlamaya çalışmıştır. Tarihi ve etnolojik bilgiler ölümle ilgili düşüncelerin ilk medeniyetlerde de olduğunu gösteriyor.
Antropologlara göre ilkel toplumlarda insanlar ölümü kötü, korkunç olarak görmüyorlardı. Ölüme sağduyulu yaklaşıyor ve ölümü düzenledikleri törenlerle anıyorlardı. İlkel toplumlar ölümü hayatın daha bir üst boyutuna yükselen bir ritüel ve bazı şekillerde sonsuzluğun zevkini tatma olarak görüyorlardı. Yine bazı genel bilgilere göre ilkel toplumlar ölümü ruhun bedenden ayrılması fakat değişik bir şekilde de olsa hayatın devam ettiği şeklinde algıladıklarını gösteriyor. Bazı ilkel insanlar ruhu gölge ve buhar gibi algıladıklarından, ruhun geçici bir süre bedenden ayrılması rüya, sürekli olarak ayrılmasını da ölüm olarak algılamışlardır. Eski mezarlar incelendiğinde, insanın başka bir alemde yeniden yaşayacağına inanıldığı iması içeriyor. Bazı ilkel toplumlarda ölümü kötü niyetli ruhların, hain ruhların ve büyücülerin işleri olarak algılıyordu. Yine bazı ilkel dinlerde/toplumlarda ve günümüzdeki bazı ilkel toplumlarda ölüm, Tanrıya karşı işlenmiş bir suçun cezası olarak değerlendirilmektedir.
İlkel toplumlarda ölülerin başka bir alemde hayatlarını devam ettireceğine inanmak beraberinde bazı ritüellerde geliştirmişti. Ölülerin özel eşyalarının ve daha ihtiyaç duyacakları başka şeylerini de beraberlerinde gömmeleri gibi. Eski Mısırlıların, elbiseler, yiyecekler, silahlar ve insanın ihtiyaç duyabileceği diğer bazı şeyleri, onları kullanıp mutlu olmaları için ölüleriyle beraber gömdükleri rivayet edilmektedir. Eski Mısır dinlerinde hayat, ölüm ve öteki dünyaya dönük olarak düzenlenmiş, ölümden sonra yaşamaya inanılmış ve mumyalama vb. gibi şeyler yapılarak sonsuza kadar mutlu yaşamak için dünyada geçirilen kısa süreli hayatın, erdemli bir şekilde harcanması şart koşulmuştur. Mısırlılara benzer ritüellerin eski Amerika yerlilerinde de olduğu da rivayet edilmektedir.
Sonuç olarak, ilkel insanlardaki ölüm ile ilgili tutumların günümüz insanının tutumlarıyla benzerlikler taşıdığı tespitini yapabiliriz. Günümüz insanı da ilkel ataları gibi ölümün hayali bir deneyim olması görüşünü taşıyor. Günümüzde geceleyin mezarlıkların yanında geçilirken duyulan korku, ilkel ataların korkularından az değil. Ölülere yapılan törenler, yasla ilgili uyulan kurallar, ölüye karşı suçluluk duygusu ve daha başka hususlar ilkel ataların günümüz insanın bilinç altına yerleştirdiği miras olsa gerek.
Felsefede Ölüm
Filozoflar ölüm fenomenine duyarsız kalmamış, felsefeye katkıları olmuş her akım ölüme bir açıklama getirmeye çalışmıştır. Montaigne; “felsefe bizlere ölmeyi öğretir” diyerek filozofların ölümle ne kadar ilgili olduklarını vurgulamaya çalışmıştır.
Önemli filozoflardan Sokrates, ölümü kötü olarak görmez. Hatta ölümü bütün insanlar için bir nimet olarak görür. Ölümden korkmanın hata olduğuna inanan Sokrates bu hatanın üstesinden akıl ile gelinebileceğini belirtir. Yine önemli bir filozof olan Platonunda ölüm ile ilgili görüşleri Sokrates ile benzerlikler taşıyor. Platon, “hayat bir mahkumiyete benziyor. Bu durumda bedenlerimizin birer hapishane olduğunu bilemiyoruz. Ölüm öyle bir kurtuluştur ki, bu hapishaneden kaçmaya benziyor” diyor. Aristotoles de, Sokrates ve Platonla benzer görüşleri ileri sürüyor. Antik Yunan felsefi akımlarından Epikürcülerin ölüm ile ilgili düşünceleri de dikkat çekici. Ölüm üzerinde bir hayli tartışma yürütmüş olan Epikürcüler düşüncelerini “ölüm varken biz yokuz, biz varken de ölüm yoktur. Hiç bir zaman karşılaşmayacağız ki ondan korkalım” sözü ile dile getirmişlerdir. Stoacıların ölüm ilgili düşünceleri Epikürcülerin düşüncelerinin adeta zıttı gibı. Stoacılara göre ölüm, “hayatın en önemli olayıdır. İyi yaşamayı öğrenmek, iyi ölmeyi öğrenmek veya iyi ölmeyi öğrenmek iyi yaşamayı öğrenmek demektir”. “Bütün hareketlerimizde daima ölümlü olduğumuzu, sonunda öleceğimizi hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamız gerekir” diyerek ölüm korkusunu aşmanın en önemli yolunun sürekli onu düşünmek olduğunu savunmuşlardır. Egzistansiyalist/varoluşçu akımda ölümle ilgili bir çok tartışma yürütmüştür. Hatta bu akımın ortaya çıkmasının en önemli nedenlerinden biride ölüm, ölümden duyulan korku ve kaygılar üzerine yapılan çalışmalara dayanmaktadır. Varoluşçu filozoflardan Heidegger'e göre felsefe, ölüme bir hazırlıktır. “Hiç kimse başka birinin ölümünü elinden alamaz ve engelleyemez. Herhangi birisi başka birisi için ölüme gidebilir. Bu her zaman insanın başkaları için belli bir şeyde kendisini feda etmesi anlamına gelir. Böyle bir ölüm hiç bir zaman en dar anlamda başkasının ölümüne sahip olmak, onu yaşamak anlamına gelmez. Ölüm her defasında, her varolanı kendisi olarak almak zorundadır. Ölüm, ölüm olduğundan dolayı özsel olarak benimkidir. Ölüm bu açıdan hakiki anlamda ‘Varolma İmkanı’ anlamına gelir. Burada sadece bireyin kendi varlığı söz konusudur (....). Ölüm verilmiş bir şey olmayıp aksine kendisi en üst düzeyde özsel olarak anlaşılan bir fenomendir” diyor Heidegger. Varoluşçu filozoflara göre insan ölmekte olan ve bunu düşünmesi gereken bir varlıktır.
Materyalist felsefeye göre ölüm, organizmanın hayati faaliyetlerinin sona ermesi ve canlı sistem olarak bireyin yok olması manasına gelmektedir. İnsanın ölümü, hayvanların ölümü ve otların kuruması gibidir. Materyalistler genel olarak bedenle beraber ruhunda öldüğüne inanırlar.
Hümanizme göre kaçınılmaz bir son olan ölüm o kadarda kötü değildir. Ölülerin hiç bir şuura sahip olamayacaklarına, onların hayatlarını kaybettikleri gibi hayatında onları kaybettiğini düşünürler hümanistler. Hümanistlere göre insanlar, ölümle sevdiklerini kaybetmelerine üzülmemeliler, zira onlar hayatın düzensizliklerinden sonra güzel bir uykuya yatmışlardır. Onlara daha hiç bir şey dokunmayacak, rahatsız etmeyecektir, hatta rüyalar bile. Kısacası hümanistlere göre ölünce (tabiri caizse) “bütün dertler bitecektir” çünkü insanın şuuru ve kişiliği, tamamen beyin fonksiyonlarına bağlıdır. Beden ve beyin bir bütün olarak öldükleri zaman ise bu varolma da sona erecektir.
Spritüalistler, ruhu maddeden tamamen ayrı, cesede canlı ve bilinçli görünümünü veren bağımsız bir varlık olarak kabul ederler ve ölümü, Allah'ın insanlara bahşettigi en büyük lütuflardan biri olarak değerlendirirler. Bedene bürünmüş ve madde aleminin ağır gerekleri içinde evrimini tamamlamak için çırpınan insanlar için ölüm, yeni imkanların kapılarını açmaktadır. Ölümü bu şekilde algılamayan insanlar ise, onu kendileri için ızdırap kaynağı haline getirmişlerdir. Ayrıca Spritüalistler, belirli şartlar altında ölü ruhlarıyla iletişim kurmanın mümkün olduğuna inanırlar.
Uzakdoğu Dinlerine Göre Ölüm
Budizm'e göre ölüm, yeniden dünyaya gelişin başlangıcıdır. Böylece canlıların ruhları sürekli olarak ölür ve yeniden dünyaya gelirler. Her dünyaya gelişte ruh, kimi kez hayvan, kimi kez de insan bedeninde hayatını sürdürür. Sonunda gelişip olgunlaşarak Nirvana'ya ulaşır. Yani doğru, güzel, iyi ve eksiksiz duruma ulaşır. Böylece acı çekerek bedenden bedene geçen ruh göçü son bulur. Ruh aydınlanarak sonsuz mutluluğa erişir. Budistlere göre insan Nirvana'ya ulaşınca, Buda haline gelir. Böylece önceki hayatlarının yüzlercesini, binlercesini yaşar ve bu süreç içinde ruhsal olgunlaşma sürecini hatırlar. Budistlere göre bir kere yaşamak yeterli değildir. Ruh olgunluğuna ulaşmak için bir hayat yeterli değildir, bunun için Reankarnasyon olmalı ve insan ruhi olgunluğa erişinceye kadar gidip gelmelidir.
Hinduizm`de de Budizm`de olduğu gibi olgunluğa ulaşmak için tek bir hayat yeterli değildir. Hinduların büyük çoğunluğu, ruhun ölümsüzlüğüne inanmışlar ve ölümden sonrası için insanların bazılarının yeniden dünyaya insan olarak, bazılarının kuş veya hayvan olarak, bazılarınında ağaç gibi, hareket etmeyen nesneler olarak doğduklarına inanırlar. Tekrarda dünyaya gelmede sahip olunacak biçimler, dünyadayken yapılan fillere göre değişir. Günahları iyiliklerinden daha fazla olanlar, yaratılış dizisinin en aşağısına inerler. Tersi de yaratılış dizisinin en yukarısında olarak dünyaya gelinir. Hindulara göre mutlak mutluluk, insanın bu fani dünyada devamlı süre giden doğum-ölüm dairelerinden kurtulmasıyla mümkün olur. Hindu için ölüm bir korku teşkil etmez. Çünkü o sadece bir hayat yaşamayacağına, seri doğumlar sayesinde tekrar geri geleceğine, bu doğum ve ölümlerin, ruhunun evrenin ruhuna karışıncaya kadar devam edeceğine inanır. Hindu ve Budistler, ölümü bitmeyen bir süreç içinde, eski bir elbiseyi, yeni ve daha güzeliyle değiştirmek gibi bu dünyaya gelip gitmek şeklinde yorumlayarak aynı görüşleri paylaşmaktadırlar. Böylece hayat kelimesi, bir kimsenin doğumuyla ölümü arasında sınırlandırılamaz. Hayat bir süreçtir ve değişim olmadan herhangi bir süreç olmadığı gibi, oluşum/gelişme olmadan da değişiklik olmaz.
Yahudilikte Ölüm
Yahudilik inancında ölümün sebebi ilk günahta aranır. Çünkü bu ilk günahtan önce insan ölümsüzdü. Tevrat'ın ilk bölümü olan Tekvin'in 2. Babının 16. ve 17. ayetlerinde şöyle denir: “Ve Rab Allah, Adama emredip dedi: Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye. Fakat, iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin. Çünkü, ondan yediğin günde mutlaka ölürsün.” Tekvin’in 3. Babının 17-19 ayetinde de şunlar yazıyor: “Ve Âdem'e dedi: Karının sözünü dinlediğin, ve: Ondan yemeyeceksin, diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin; ve sana diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin; toprağa dönünceye kadar, alnının teriyle ekmek yiyeceksin; çünkü ondan alındın; çünkü topraksın, ve toprağa döneceksin.”
Yahudilik inancında insanların ölümden sonra inecekleri yeryüzünün
derinliklerinde bulunan bir “ölüler aleminin” varlığından söz edilir. Tanrı
karşısında aldıkları tavra bakılmaksızın bütün ölülerin aynı kaderi
paylaşacağı yer altındaki bu karanlık yere “Şeol” denilmektedir. Şeol iyilerin de kötülerin de, inananların da inançsızların da, İsrailoğullarının da başka milletlerden olan insanların da ölümden sonra gittikleri yer olarak görülür.
Hezekiel bölümünün 18. Babının 30. 31. 32. Ayetlerinde de şöyle denmektedir. “Bundan dolayı ey İsrail Evi, size, herkese kendi yollarına göre hükmedeceğim. Rab Yehova'nın sözü. Dönün, ve kendinizi bütün günahlarınızdan döndürün de, fesat sizi helake düşürmesin. İşlemiş olduğunuz günahların hepsini üzerinizden atın, ve kendinize yeni yürek, yeni ruh yapın; ve niçin ölesiniz ey İsrail Evi? Çünkü ölen adamın ölümünden ben zevk duymam, Rab Yehova'nın sözü; Öyleyse dönün de yaşayın.”
Yahudilik inancında, kainatın altüst olmasından sonra Allah'ın krallığı yeryüzünde kurulmuş olacak ve ölüler dirilecektir.
Hristiyanlıkta ölüm
Yahudilikte olduğu gibi, geleneksel Hristiyanlık inancında da ölümün sebebi, Ademin yasak meyveyi yediği “ilk günaha” dayandırılmaktadır. İlk günahın sonucu olarak insanın bedensel ölümü yaşaması gerekiyor, “ilk günah olmasaydı bu ölümü yaşamayacaktı”.
Hristiyanlık inancına göre insan ruh ve bedenden oluşmuştur ve ölen sadece bedendir. Ruh Rabbine dönmektedir.
Hristiyanlık inancında ölümden sonra dirilmeye inanış vardır. Dini görevlerini eksiksiz yerine getiren, başka insanları seven ve başka insanlar tarafından sevilen birisi için ölümden korkmak gereksizdir. Çünkü ölüm bir son değil, bir başlangıçtır. Hz. İsa'nın dirildiğine inanmak, kişinin kendisininde yeniden dirileceğine inanmasıdır. Çünkü Hz. İsa'yı dirilten Tanrı, diğer insanları da diriltecektir.
“Dirilmek ne demektir? Ölümde, ruh ve beden birbirinden ayrılır, insanın vücudu bozulur, ruhu ise, yüceltilmiş vücuduyla yeniden bir araya gelmenin bekleyişi içinde Tanrı’ya gider. Tanrı her şeye Kadirliğiyle vücutlarımızı ruhlarımızla birleştirerek, İsa’nın Dirilişinin etkisiyle onlara nihai bir biçimde çürümez yaşamı verecektir.”
Bize Göre Ölüm
Bütün bu genel bilgilerden, tespitlerden sonra gelelim bizlerin ölüm fenomenine bakışına, ölüme dair düşüncelerimize.
İnancımızın esaslarından birisi ruhu verenin Hak olduğu ve ruhun geri döneceği yerinde geldiği yer olduğu esasıdır. Bu esastan hareketle ruhun asıl sahibine, ondan geldiği gibi temiz olarak dönmesidir.
Bir çok inançta olduğu gibi bizlere göre de ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Erenler bunu çok güzel ifade etmişlerdir. “Ölen tendir, can ölmez” diyerek dile getirmişlerdir ruhun ölümsüzlüğünü.
Ölüm yeni bir başlangıç olduğuna göre ölümden korkmak yersiz. Ancak “dünya ahretin tarlası” olduğundan anlam vermek gerekiyor. Sadece anlam vermek yetmez. Bununla beraber anlama uygun bir yaşayış sahibi olmak gerekiyor. Doğru manada yaşayanlar zaten ölümden korkmazlar.
Ölüm aynı zamanda yaşamın doğal bir parçasıdır. Bazı kimselere göre ölüm yaşamın anlamıdır. Ölüm bize hiç uzak değildir. Her an bizimle beraberdir. Bu gerçeği iyi kavramak gerekiyor. Nitekim bir çok insan güncel kaygılara takılmanın sonucu bu gerçeği unutuyor. Fakat en olmadık vakitte (onlara göre) ölüm karşılarına çıkıyor. Aslında ölüm için olmadık vakit yok. Yaşadığımız süreç ölümle de karşılaşacağımız süreçtir.
Bazı şeyler binlerce kez tekrar edilmelidir. Çünkü insanoğlu esası unutup tali olanlara değer veriyor. Bu bağlamda ölüm gerçeğini insanlara defalarca hatırlatmak gerekiyor. Ölüm bir noktada yaşamın anlamı olduğundan, insana ölüm gerçeğini hatırlatmakta yaşamın esas gayesini hatırlatmak anlamına geliyor. Belki bazı kimseler ölümün “itici” bir kavram/olgu olduğundan insanı yaşamdan “soğuttuğu” sonucuna varabilirler. Bu tamamen ters bir sonuç çıkarmaktır. Ölüm gerçeğini hatırlatmak, akılda tutmak ve bu gerçeğin bilincinde olmak; doğru anlamda yaşama davettir. Nitekim bu mantıkla yaşamını yönlendirenler yaşamdan soğumak/bıkmak yerine daha çok yaşama sarılıyorlar. “Nasıl olsa öleceğim, hiçbir şey yapmasam da olur” mantığı sakat bir mantıktır. İnsan hep hareketli olmalıdır. Üretken olmalıdır. Boş vermiş, hımbıl, tembel, mızmız... lık insanın yapısına tamamen aykırıdır.
Ölümün bize sandığımız kadar uzak olmadığını kavramış olduk. Hatta bir nefes kadar yakın olduğunu kavradık. Madem ki; ölüm bize bir nefes kadar yakın, yani her an ölebiliriz, öyleyse bir iki soralım kendimize:
Bir nefes sonra ölsek, neleri yarım bırakmış olacağız?!
Daha yapacak çok önemli işlerimiz nelerdi?!
Dünya malı için kimleri dolandırdık?!
Kırdığımız kalplerin sayısı ne kadardır?!
“Keşke sunu yapmasaydım, öyle yapsaydım...” ve benzer keşkelerle biten hayıflanmalarımız çok mu?!
Boşuna mı yaşadık yoksa gerçek manasına uygun bir yaşam mı yaşadık?!
Sorularımızı yüzlerce soruyla genişletebiliriz ama bizler eklemeleri size bırakıyoruz.
Dikkat edilirse sorularımızın sonunda soru işaretiyle beraber ünlem işareti de var. Bu aslında bir (dikkate) davettir. Yaptığımız hataları tamire davet eden bir davet. Geç kalmış sayılmayız kırdığımız kalpleri onarmak için. Bilinçli bilinçsiz yaptığımız hatalardan, işlediğimiz günahlardan dolayı özür dilemek için, tövbe etmek için geç kalmadık.
Kaynaklar:
Kuranı Kerim
İncil/Kitabi Mukaddes
Dinler Tarihi Ansiklopedisi
Temel Britannica
Dinler Tarihi, Ali Seriati
Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz
Ölüm Psikolojisi, Faruk Karaca
Din Psikolojisi, Hayati Hökelekli
www.dinfelsefesi.com
www.alevikonseyi.com
www.alewiten.com
www.meyilli.com
www.meryemana.net
|