Ölen Tendir Can Ölmez
Ölüm hepimiz için kaçınılmaz olandır. Bir noktada ölüm, yaşamımızı belirleyen ana unsurdur. Ölüme ve ölümden sonrasına yaklaşım yaşamımızın akışını da belirleyendir.
Kimi var ki yaşamı bedeniyle var olduğu süreyle sınırlar. Bedensel tükenişle canında yok olacağına inanır, ona göre bir yaşamın sahibi olur.
Kimi var ki buradaki gibi bir yaşantıyı ölümden sonrada ister. Fakat oradaki yaşamında burada sahip olmadıklarına sahip olmanın arzusuyla kendisine öğretilmiş dogmatikliği esas alarak oradaki üstün yaşam için her tür eziyeti göze alır, her tür zulmü reva görür, her tür çarpıklığa ve akıl dışılığa onay verir.
Kimi var ki ölüm ve ötesi ile ilgili tefekküre bile gerek duymaz. Öylesine, nasıl denk gelirse yaşar.
Kimi var ki yaşamını günü birlik ve önemsiz olaylarla geçirir. Bu önemsizlikleri yaşamın merkezine koyarak ölüm gerçeğini kendisince baskılamak ve yok saymak çabasına girer.
Listeyi uzatmak mümkün.
Peki biz nasıl yaklaşıyoruz?
İnancımız ne diyor ölüm ve ötesi hakkında ve bizler bunu nasıl pratikte uygulayıp yaşıyoruz?
Başlıktan da anlaşılacağı gibi bizlerin inancı, anlayışı ölenin sadece beden olduğu canın (ruhun) ise ölmediği inancıdır.
Bedenin işlevini tamamlayıp yitirmesi ile can gelmiş olduğu asıl kaynağa geri dönmüş olur. Yani Alevice bir tabirle Hakka yürünmüş olunur.
Hakka yürümek; geldiği öze geri dönüp tekrar asıl kaynakla buluşmaktır. Bu anlamıyla hasretin giderilmesi, vuslatın gerçekleşmedir.
Ölüm ve ötesine dair böyle bir inanca sahip olan Alevilerin yaşamlarını da bu anlayış doğrultusunda anlamlandırmaları gerekiyor.
Öz olarak bu inancı koruyup yaşatmakla beraber ağır baskı, misyonerlik ve asimilasyon neticesinde bazı Alevilerin bu inancında bir erozyon, kırılma ve egemen anlayışın ölüm ile ilgili inanışına benzer bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bazı Alevilerin böyle bir algı sahibi olmaları Alevilik inancının ölüm ile ilgili anlayışının bu algıyı şekillendirdiği düşünülmemelidir.
Alevilik inancının ölüm anlayışı, yukarıda da ifade edildiği üzere Hakka yürüme, öz ile buluşma, vuslata erme seklindedir. Bu anlayış kişinin yaşamını mümkün oldukça verimli yaşamasını, kendi cüzi iradesi dahilinde olanlara uymasana ve iradesini sonuna dek olumlu anlamda kullanmasını, barışıklığı (en başta kendisiyle olmak üzere, doğa ve cümle varlıkla) içselleştirmesini, bedenini hor kullanmamasını ve en önemlisi de ruhunu Dört Kapı Kırk Makam şeklinde formüle edilen eğitim, öğrenim ve uygulamayla kemalete erdirmesini önermektedir.
Zaten canın bedenleşmesinin amacıda budur. Kemalete ermek, olgunlaşmak, insan-ı kamil olmak, gerçeğin sırrına vakıf olmak ve böylece geldiği öze, o özü bilmiş olarak geri dönmektir.
Ölüm bir yok olma, son bulma değildir. Ebediyetin giriş kısmıdır.
Hakkıyla yaşanmış bir yaşam, kemalete ermiş bir can için ölüm sevenin sevdiğine kavuşmasıdır.
Kemalete uzak, nefsaniyeti ve bencilliği esas almış olan, barışıklık yerine kin ve nefreti yaşam biçimi haline getirenler (yani ham ervahlar) için ise ölüm elbette ki kavuşma ve vuslata erme değildir.
Bu tür ham ervahlar için bu halleriyle o ana kaynakta, o kutsal ışıkta yer yoktur.
Ham ervahların kutsal nur ile bütünleşebilmeleri için ilk önce ham ervahlıklarını gidermeleri, kemalete ermeleri gerekiyor.
Peki ham ervah olarak ölen kimseler ham ervah oldukları için o kutsal ışıkta yerleri yoksa, onlara ne oluyor?
İşte belkide cehennem olgusunu burada ele almak ve bu tür ham ervahların yeri olarak görmek ve onların ham ervahlıklarının giderilmesi olarak anlamak gerekiyor.
Cehennemin mekanının önemi yoktur. Bir çok anlamıyla şu yaşadığımız yer kürede cehennem niteliğindedir. Arşın bilinmedik mekanları da. Kaldı ki burada esas olan, sembollerle anlatılmaya çalışılan bu tür mekansal yerler değildir. Hatta mekan olgusu insanın bilincinin idraki için söyleniyor. Esasında bu tür fiziki anlamda bir mekana gereksinim olmayabiliyor da cehennem için.
İnsan-ı kamiller için ölüm kavuşmadır. Hasretin sonra ermesidir. Canın cananla bütünleşmesidir. Cennettir.
Ham ervahlar için ise tüm bunlarda uzak kalmadır. Cehennemdir.
Demek ki yapılması gereken olgunlaşıp, kemalete erip, ölmeden önce ölüp hasreti sona erdirmektir. Bu anlayışla yaşanmış bir yaşamda zaten en güzel ve doyurucu, mutluluk ve huzur dolu bir yaşamdır. İki dünya saadeti dediklerine ancak böylesi bir inancın, anlayışın ve uygulamanın neticesinde ulaşılabilinir.
Remzi Kaptan remz.kaptan@yahoo.com
|