Dostluk Sofralarından Aydınlık Sabahlara
Bir sofrayı bereketli ve lezzetli kılan envai çeşit yiyecekler değildir.
Bir sofrayı lezzetli kılan, sofraya oturmuş olanlar samimiyetleri, dürüstlükleri ve Hakka bağlılıklarının sonucunda helal yoldan kazanılmış kazançla sofraya koyduklarıdır.
Maraş ilinin Pazarcık ilçesinin Akçalar köyünün diğer tüm evleri gibi damı toprak olan evin sofrası da işte öyleydi.
Helal kazançla, alın teri dökerek ve başka hiç bir kimsenin hakkını çiğnemeyerek elde edilmiş kazançla kurulmuş bir sofrasıydı bu yer sofrası.
Çok yiyecek yoktu bu köy yer sofrasında.
Bulgur pilavı, yeşil soğan ve ayran.
Elektrik olmadığından gaz lambasının aydınlığında mutlu cehrelerin olduğu ve ailenin tüm bireylerinin yer aldığı ve iştahla yemeklerin yenildiği bir sofra.
Gülen yüzlerin olduğu, konuşma ve şakaların eksik olmadığı, bazen kahkahaların yükseldiği sofrada oturan Hatice babasının, annesinin, abi ve kardeşlerinin gaz lambasının aydınlattığı çehrelerine bakıyor ve içinde kendisinin dahi tarif edemediği bir duygu hali, bir noktada duygu seli, taşkınlığı yaşıyordu.
Avluda bulunan hayvanlardan bazılarının sesleri köpek seslerine karışıyordu.
Bazı köylüler karanlık çökeli epey olmasına rağmen yeni yeni hayvanlarını evlerine (ağıllarına) götürüyorlardı.
Kasığı hafifçe ortada duran ve herkesin yemeğini aldığı içinde bulgur pilavı olan sahanın kenarına koydu Hatice.
Elini kabine koyup: “Allah'ım Sana çok şükürler olsun bu huzur dolu zamanlar için, Sen ailemi koru, bizi doğru yoldan ayırma, huzurumuzu daim eyle” diye dua etti ve ardından da niyazda bulundu.
Eline tekrar kaşığını aldı fakat daha yemek almadı.
Yüzünde, mutluluğun yansıması olan bir tebessüm vardi Hatice'nin.
Tek tek seçebildiği kadarıyla sofrada oturanlara baktı.
Babası sofradan kalkıp sedir dedikleri hafifçe yüksek olan ve üzerinde minder, arkasında yastık olan yere oturmuş ve Adıyaman'ın kaçak tütününden sigarasını sarıp içmeye başlamıştı bile.
Annesi her zamanki gibi sofradan erken kalkmış ve mutfağa yönelmişti.
Gaz lambası duvarlarda gölgeler oluşturmuştu.
Gölgelerle beraber, duvarlarında asılı olan On İki İmamların, Hz. Ali'nin, İmam Hüseyin'in temsili resimlerine takıldı gözleri.
Bu resimleri kendilerine uzaktan akrabaları olan Kamber dayı getirmişti.
Kamber dayı, Van'a, otlu peynir getirip Antep'te satmak için gitmiş, gitmişken de oradan İran'a geçen ve böylece bu resimleri getirip onlara armağan eden kişiydi.
Hatice her seferinde bu resimlere bakınca Kamber dayıya içinden teşekkür ediyordu.
Çünkü bu resimler temsili olmakla beraber adeta inançlarının sembolü olmuşlardı ve çevre köylerde sadece bir kaç ailede vardı.
Ailenin diğer fertleri de yemeklerini bitirince sofra toplandı ve hemen hemen her akşam olduğu gibi dışı ateşin üzerinde dura dura isten kararmış çaydanlığa su konuldu.
Çayı demleyen Hatice, haftada bir kaç akşam evlerine misafir gelen Salman dayının sesini duydu.
Salman dayı bu gece yalnız değildi anlaşılan, sesine başka sesler karışmıştı.
Hatice çayı demlerken kulağı avludan gelen seslerdeydi.
Ev birden hareketlenmiş, telaş başlamıştı.
Hatice mutfaktan çıkıp oturma odasına girdiğinde gözlerine inanamadı ve yüreği demin yaşadığı o coşkunluğu ve kabına sığmamazlığı daha da boyutlu bir şekilde yaşadı.
Babası da dahil olmak üzere herkes ayağa kalkmış, heyecanlı ve sevinçli bir şekilde Salman dayı ve diğer bir kaç köylü ile beraber içeri giren Hüseyin dede ile niyazlaşıyorlardı.
Hatice, Hüseyin dedenin elini öptü, niyazlaştılar.
Hüseyin dedenin geldiğini duyan bir çok köylü eve doluştular.
Oturma odası küçük gelince, odanın pencereleri açıldı ve oda ile bitişik olan sofada bazıları oturdu.
Çaylar demlendi, evde bulunan yiyecekler masaya konuldu ve Hatice ile beraber köyün diğer bazı gençleri de hizmet ettiler.
Hal hatır sormak ve günlük konulardaki sohbetler bitince sıra “Hak kelamı” etmeye gelmişti.
Hatice çocukluğundan beri köylerine yılda bir kaç defa gelen ve pirleri olan Hüseyin dedenin sohbetinde bulunan birisiydi.
Bu sohbetten müthiş haz alan, duygulanan, öğrenen ve bu Hak kelamından öğrendiklerini hayatına aktarmaya çalışan inançlı, itikatlı birisiydi Hatice.
İşte şimdide bu bilinç ve aşkla Hüseyin dedeye mümkün mertebe en yakın yerde oturmuş can kulağıyla onu dinliyordu.
Malatya'da yaşayan Hüseyin dede, tüm köyün (ve aynı zamanda çevrede bulunan bir çok köyünde) dedesi, inanç önderi, mürşidiydi.
Hüseyin dede, bilgisi ve ilmiyle, sempatikliği ve samimiyetiyle, inanmışlığı ve toplumun sorunlarına çözüm konusunda adil yaklaşımıyla herkesin yüreğini kazanmış bir dedeydi.
Güvenirliği ve adil tutumu çevrede öyle etki yaratmıştı ki, bir çok Sünni inançlı insan dahi bazı sorunların ve anlaşmazlıkların çözümü konusunda kendisine baş vuruyor ve yardımını talep ediyordu.
Hüseyin dedenin bir diğer özelliği de her zaman yanında taşıdığı üç telli curasıydı.
Mızrap kullanmadan elliyle çaldığı curasının tınısına Ehlibeyte dair, Hakka dair, yaşama ve insana dair söylediği deyişleri, duazları, mersiyeleri eklenince, dinleyen canların aşka gelmeleri, coşmaları, duygulanıp hüzünlenmeleri ve semaha kalkmaları Hatice'nin çocukluğundan beri yaşadığı güzelliklerdi.
Hüseyin dede geldiğinden beri canları dinliyor, tek tek hal hatırlarını soruyor, günlük ve güncel konularda, sorunlar hakkında sohbet ediyordu.
Her zaman böyle yapardı dede.
İlk önce canlarla böyle karşılıklı şekilde güncel konular hakkında, onların yaşadıkları sorunlar hakkında sohbet eder, bilgi verir, konu neyse onunla ilgili düşüncelerini açıklardı.
Güncel konular bitince de Hakkın gerçeğini, hakikatin güzelliklerini anlatır ve buna Hak kelamı derdi.
Konunun anlam ve önemine göre de bazen curasını eline alır hem çalar hem söylerdi.
Hatice bütün bu akışı bildiğinden köylülerin günlük dünya hallerine dair söylediklerine çok kulak vermedi.
Fakat şimdi işte sadece kulaklarını değil, kulakları ile beraber gönül kapılarını da (can kulağını) sonuna kadar açmış Hüseyin dedenin Hak kelamını dinlemek için sabırsızlanıyordu.
Canların söyleyecekleri azalıp bitince Hüseyin dede yanında olan curasını eline aldı ve Şah İsmail Hatayi'den “Ezel Bahar Olmayınca” deyişini çalıp söyledi.
Hüseyin dede curasını eline alıp çalmaya başlayınca ya bir deyiş söyler veya 3 tane ard arda söylerdi.
Şimdi sadece bir tane söylemiş ve sazını tekrar yan tarafına indirmişti.
“Güzel canlarım, bizler şu sonsuz kainatta toz zerresi büyüklüğünde bir dünyada yaşıyoruz” diye söze başladı Hüseyin pir.
Ve devam etti konuşmasına: “başımızı gökyüzüne kaldırıp baktığımızda sayısız yıldız görüyoruz.
Işte böylesi bir evrende küçücük bir dünyada yaşıyor olmamıza rağmen bizler yinede önemli ve değerli bir varlığız.
Şah-ı Merdan buyuruyor ki: 'sen ey insan, küçük bir varlık olarak görme kendini, sende tüm alemlerin sırrı gizlidir'.
Evet güzel canlarım, küçücük bir dünyada yaşayan küçük varlıklarız.
Fakat bizler aynı zamanda tüm varlığında şifresini özünde barındıran varlıklarız.
Bizler, var olan cümle varlık içinde en değerli varlık olan Eşref-i Mahlukuz.
Bizi değerli ve özel kılan ve cümle hakikatlerin şifresini özümüzde barındırmamıza sebep olan nokta; Hakkın öz nurundan var olmuş olmamız ve Hakkı bilme noktasında bir bilince ve iradeye sahip olmamızdır.
Eğer tüm yaşantımıza bu açıdan bakıp ve elimizden geldiğince hayatımızı bu bilinç ve irade ile yaşamaya çalışırsak, işte o zaman gerçek manada kemalet yolunda ilerleyen kamillerden oluruz.
Kamil ve olgun insan olma yoludur inancımız güzel canlar.
Kırmadan, dökmeden, incitmeden, rızalığı esas alarak, hoş görmeye çalışarak ve daima olumlu düşünüp yapıcı olmaya gayret ederek bir yaşamın sahibi olursak, Hakkı bilmiş olanlardan oluruz.
Hakkı bilmek bizlerin var olmamızın nedenidir.
Bizler, yani tüm insanlar Bezm-i Elestte Hakka ikrar verdik ve Rab olarak Onu, yalnızca Onu bilip kabul ettik.
İşte burada, bu küçücük dünyada o Bezm-i Elestte verdiğimiz ikrarımızın gereklerini yerine getirme fırsatı doğmuştur bize.
Bunun için dünyaya geldik, bunun için canımız (ruhumuz) bedenleşti, bunun için yaşıyoruz.
İşte sevgili canlarım, böylesi anlamı ve önemi olan yaşamımızı neden hırsla, düşmanlıkla, kavgayla, savaşla geçirelim ki?
Neden şu kısacak ömrümüzü iktidar ve servet için aklımızda ve gönlümüzde bin bir hileyle geçirelim ki?
Böyle yapanlar, yani yaşamlarını hırs, kibir ve zalimlikle, diğer insanların hak ve hukukunu gözetmeden harcayanlar Hakkın nazarında lanetlidirler.
Yezit örneğini hepiniz bilirsiniz.
Yezit hak yedi, haksızlık yaptı, zulüm ve gözyaşına sebep oldu, Hakkın gerçeğine aykırı hareket etti ve onun için her zaman lanetlidir.
Ya İmam Hüseyin peki?
İmam Hüseyin, daima kutsal ve onurlu şekilde anılacaktır.
Çünkü o güzel imam daima Hakkı ve hakikati dile getirdi ve o doğrultuda bir yaşamın sahibi oldu”.
Yezit ve İmam Hüseyin'in adı geçince Hüseyin pirin sesi farklılaştı.
Bir kaç dakika bir şey söylemedi ve bu bir kaç dakikalık suskunluğun ardından tekrar curasını eline alıp Kürtçe olarak İmam Hüseyin için bir mersiye söyledi.
Bu mersiye sırasında bazı canların gözlerinde yaşlar geldi.
Hatice de ne zaman İmam Hüseyin'in adı geçse her zaman farklı bir ruh haline bürünürdü.
İmam Hüseyin'e duyduğu sevgi, bağlılık ve onunla bütünleşmesi bambaşka bir dimensiyondaydı.
Hüseyin dedenin davudi sesi ve mersiyenin sözlerindeki derinlik Hatice'ye yine tarif edilmez bir duygu ve düşünce hali yaşatmıştı.
Mersiye bitince üç telli curasını yine yanına indirdi dede ve sohbete kaldığı yerden devam etti.
“Güzel canlarım, bizler için Yezit tüm kötülüklerin sembolüdür ve yine İmam Hüseyin cümle güzelliklerin ve iyiliklerin sembolüdür.
Kötülük yani yezitlik yaparak, ailemize, nefsimize, komşularımıza ve hatta tüm varlıklara karşı kötülük yaparsak, haklarına rıza göstermezsek hiç bir menzil alamayız.
Neden kötülük yerine, haksızlık yerine iyilikte bulunmuyor, insanlardan razı ve hoşnut olmuyor ve diğer insanlarında bizden razı ve hoşnut olmalarını sağlamayalım ki?
Çok mu zor haksızlık yapmadan, kötülükte bulunmadan ve hak yemeden bir yaşamın sahibi olmak?
Emin olun hiç zor değildir.
Bizlerin savaşı kendimizle olmalı.
Yani benliğimizdeki olumsuzlukları düzeltmek ile olmalı, başka insanlara karşı değil.
Güzel canlarım, yaşamak güzel, güzel kelimesi yetersiz, yaşamak bir mucize.
Bırakalım başka şeyleri, eğer Hakkın varlığını sezip duyumsayabilsek aldığımız her nefeste dahi Hakkın aşkını yaşarız ve bunu öyle arada bir değil, an be an yaşarız.
Ömrümüzü dünyanın gelip geçici süslerinden dolayı kırgınlık ve öfke yerine kardeşlik ve dostlukla geçirelim.
Elbette çalışalım, çocuklarımızın, ailemizin rızkını kazanmak ve daha iyi şartlarda yaşamak için gayret edelim.
Fakat bunu yaparken bir çok insanın yaptığı gibi kul hakkı yiyerek yapmayalım.
Rızalık esastır güzel canlarım.
Yani kul hakkı yemeden, razı ve hoşnut ederek yaşamak esastır.
Sofralarımızda şükür olursa bereketimizde olur.
Böylesi sofralarda aydınlık ve güneşli sabahlara uyanırız”.
Son sözünü daha söylerken eli sazına gitti Hüseyin dedenin.
Aşka gelmiş bir hali vardı.
Gerçi Hüseyin pirin her hali aşk haliydi fakat biraz daha coşkundu şu an.
Saza dokunduğu anda deyişini de beraberinde söylemeye başladı.
“Leylam leylam, mevlam mevlam
Bu gün dostlar bize mihman
Hemi mihman, hemi deman
Sen yardım et Şah-e Merdan
Yetiş cara Şir-i Yezdan”
Hüseyin dede aşk ile sazını çalıp deyişi söylerken, Hatice gözlerini kapatmış cümle kainatla gönül evreninde semah dönüyordu.
Remzi Kaptan
|