atag logo1

Alevi Toplumu-Alevitische Gemeinde

ATAG e. V.

Tauben Str. 20,  70199 Stuttgart

email: alevitentum@yahoo.de   tel: 0173 780 56 17

Home/ Ana Sayfa

Kontakt

Spende/ Bağış

Remzi Kaptan

Sorularla Alevilik

Çocuklarımıza Aleviliği Nasıl Öğretebliriz?

Cem

Alevi Duaları- Gülbank

Die Alevitische Lehre

Alevi Teaching

Het Alevitisch Geloof

Ensenanzas del Alevismo

Doutrina Alevi

La Dottrina Alevi

Kitap/Bücher

Hz. Ali Hakkındaki Yalanlara, İftiralara, Çarpıtmalara Cevaplar

Giriş

Hz. Ali'nin izini sürüp yolundan gitmek bizler için onurların en büyüğüdür.

Dünyada hakkında olumlu veya olumsuz, sayısız kez söz edilen ender (ve hatta yegane) şahsiyettir Hz. Ali.

Sevenleri kadar sevmeyenleri, uğruna ölümlere gideni kadar onu ve ideallerini yok etmek için ölümü göze alanların haddi hesabı olmayan kişidir Hz. Ali.

Tarihte nice kimseler onu sevdikleri için en ağır zulümlere ve işkencelere maruz kaldılar.

Onun düşmanları, onun adını ve davasını yer yüzünden silmek için akla gelmeyecek nice yöntemler kullandılar.

Ancak onun adı bile çoğu kez bunca ölüm ve yıkımlara, açlık ve sefaletlerle başa çıkmaya yetti.

Onun adıyla nice devletler yıkıldı ve yine yine onu esas alan nice oluşumlar oluştu.

Geçmişte, günümüzde ve her çağda var olmaya devam edecektir Hz. Ali.

Bizler kendimizi onun adıyla bütünleştirmiş, onun ideallerini ve davasını davamız haline getirmiş, karınca kararınca onun ilke ve yöntemleri ile hayata bakıyor, yaşamımızı yaşamaya çalışıyoruz.

Onun içindir ki son dönemde tarihte Emevilerin oynadığı uğursuz rolü, yani Hz. Ali'yi küçük düşürmek, karalamak, aşağılamak, onun yüceliğini yüreklerden silmek için sayısız yöntemler geliştiren çağdaş Emevilere karşı ve yine çağdaş Haricilere karşı bazı gerçekleri dile getirmemiz gerekiyor.

Özellikle Hz. Ali sevdalısı ve bağlısı bir anne-babadan doğmuş olan ancak çeşitli fikir ve ideolojilerle hayatı anlamaya çalışan ve bunu yaparken de ilk işleri -ve hatta temel işleri- Hz. Ali'ye hakaret, küfür ve bu iğrençliklerin yetmediği yerde iftira ve çarpıtmalarda bulunanlara karşı cevaplarımız olacaktır.

 

Hz. Ali ne zaman ve nerede doğdu?

Hz. Ali, 21 Mart 598 de Kabe'de doğmuştur.

Bu onura nail olan ilk ve son insandır.

Hz. Ali, Ehlibeyttendir.

Ehlibeyt ise Hakk‘ın nurunun dünyaya ve insanlığa yansımasından başka bir şey değildir.

Elbette böylesi yüce bir şahsiyetin doğum zamanı ve yeri de sıradan bir yer olamazdı.

Bu doğum yeri bile Hz. Ali gerçeğini bilmek ve anlamak isteyenler için çokça ipucu vermektedir.

Neden Kabe?

Kabe Allah'ın evi değil midir?

Kabe, Adem peygamberin inşasına başladığı İbrahim peygamber ile oğlu İsmail'in dahada bir yükselttiği yapı değil midir?

Batini anlamları bir yana bıraksak bile zahiri olarak bu peygamberler insanlık için bir anlam taşımıyor mu?

Taşıdıklarına kimsesin şüphesi yoksa, demek ki Hz. Ali'nin doğumunun Kabe'de gerçekleşmesinin sembollük olmanında ötesinde anlamı vardır.

Fakat günümüzde bir takım kimseler Hz. Ali'nin doğum tarihi ve yerinin doğru olmadığını iddia ediyorlar ve ısrarla başka bir tarih ve yer veriyorlar.

Hiç bir kaynağı olmayan bu iddiaların sahipleri öylesine kendilerinden geçmiş şekilde bunu savunuyorlar ki, adeta sanki Hz. Ali doğduğu zaman bunlar yaşıyorlardı.

Oysa bu zevat daha dedesinin, babasının ve hatta kendisinin hangi tarihte doğduğunu bilmezken, kimliklerinde gerçek olmayan doğum tarihleri yazarken, iddialı ve ısrarlı bir şekilde Hz. Ali'nin 21 Mart'ta ve Kabe'de doğmadığını savunabiliyorlar.

Sen daha babanın ve dedenin ne zaman doğduğunu bilmezken 1500 yıl önce doğmuş olan Hz. Ali'nin doğum tarihini nereden biliyorsun?

Evet, bizler Hz. Ali'nin kutsal ve önemli bir gün olan Nevruzda ve yine kutsal olan Kabe'de doğduğuna inanıyoruz.

Bizim inancımıza göre Hz. Ali'nin doğum yeri ve tarihinde şaşılacak bir durum yok, aksine gayet anlaşılır bir durumdur bu ve hatta olması gerekende budur

Çünkü Hz. Ali gibi çağları aşan kutsal bir şahsiyetin, önemli bir gün ve önemli bir mekanda doğması en tabii olandır.

 

Hz. Ali kaç defa evlendi?

Hz. Ali'ye yönelik karalamaların, iftiraların önde gelenlerinden biriside, Hz. Ali'nin birden fazla evlilik yaptığı, sayısız çocuğu olduğu ve bununda günümüz Alevi toplum gerçekliğine uymadığı yönündedir.

Tarih ve toplum bilgisinden yoksun, art niyetli kimseler sırf karalamak maksadıyla bunu dile getiriyorlar.

Oysa bu kişiler zerre kadar tarih ve toplum bilgisine sahip olsalardı bunu yapmazlardı.

Bizler için Hz. Ali'nin Hz. Fatma ile yaptığı evliliği ve bu evlilikten doğan çocukları esastır.

Bizler aile, çocuk ve evlilik denilince bunu anlıyor ve bunu yaşamaya çalışıyoruz.

Bunun dışında yapılanlar ise çağın ve toplumun getirmiş olduğu sorumluluk ve yükümlülüklerdir.

Alevi toplumunda esas olan tek eşliliktir.

Fakat tarihsel süreç içerisinde toplumsal şartlar ve zorunluluklar bazı durumlarda esas olanın uygulanmasını zorlaştırmıştır.

Bu inanca aykırı bir durum değildir.

Daha çok koruma ve kollama amaçlı, sahiplenme ve destek olmak amaçlı olarak yapılmıştır.

Hz. Ali'nin ve diğer imamların yaptığı da budur.

Bunu yapmakta hayatın doğal akışında, toplumsal gerçekliğe ve zamanın şartlarına en uygun ve doğru olandır.

 

 

Aleviler Hz. Ali gibi yaşıyorlar mı?

Dinin gerçek mahiyetini anlamaktan uzak, dini ve inancı sadece biçime indirgeyenler, biçimsel bir takim kuralları dinin esası ve özü olarak anlayıp yaşayanların Alevilere yönelik tahrik edici söylemlerinden biriside “Siz Aleviler Hz. Ali gibi yaşamıyorsunuz”.

Biz Aleviler Hz. Ali gibi yaşıyoruz.

Onun yolundayız, takipçisiyiz, değerlerinin savunucusuyuz.

Hz. Ali gibi yaşamak; Hakk inancına mensup olmak ve hakikat yolunda yürümektir, biz Aleviler bunu yapıyoruz.

Hz. Ali gibi yaşamak; sevgiyi ve barışı esas almak demektir.

Mazlumdan yana, zalime ve haksıza karşı olmaktır, biz Aleviler bunu yapıyoruz.

Hz. Ali gibi yaşamak; kişinin barışıklığı en başta kendisiyle, çevresiyle ve cümle varlıkla sağlaması demektir, biz Aleviler bunu yapıyoruz.

Hz. Ali gibi yaşamak: bireysel olarak ibadette biçim ve formu esas almamak, her dem Hakk ile hemhal olmak, olmaya çalışmaktır, biz Aleviler bunu yapıyoruz.

Cübbe giymek, sakal bırakmak, kadını hayatın her alanında dışlamak Hz. Ali gibi yaşamak değildir.

Dini iktidar aracı, baskı unsuru olarak kullanmak Hz. Ali gibi yaşamak değildir.

Dinin arkasına saklanıp her tür ahlaksızlığı ve haksızlığı yapmak Hz. Ali gibi yaşamak değildir.

İbadeti ve inancı gösterişe koymak Hz. Ali gibi yaşamak değildir.

Hz. Ali gibi yaşamak; özü esas almaktır.

İnsana ve cümle varlığa saygıyı, sevgiyi, hoşgörüyü esas almaktır.

Bizler bunu yaşıyoruz.

Sizlerse o çağdaki giyimi, kuşamı ve gelenekleri inanç diye biliyor ve yaşıyorsunuz.

Bizler böyle bir anlayışı kabul etmedik, etmiyoruz.

Ayrıca Hz. Ali; Hz. Musa'nın, Hz. Davud'un, Hz. İsa'nın, Hz. İbrahim'in takipçisi değil midir?

Öyledir.

Öyleyse Hz. Ali onlar gibi yaşamıyor muydu?

Elbette yaşıyordu.

Fakat bu yaşayış giyim kuşam ile ilgili değildir.

Yani biçimsel değildir.

Öz olarak yaşıyordu.

 

 

Hz. Ali, Ebubekir, Ömer ve Osman'a biat etti mi?

Bazıları Hz. Muhammedin hakka yürümesinden sonra sırasıyla 'halife' olan Ebubekir, Ömer ve Osman'a Hz. Ali'nin biat ettiğini, onları yasal ve meşru saydığını ısrarla iddia ediyor ve savunuyor.

Biat nedir?

Biat, bir kimsenin egemenliğini tanıma ve önderliğini kabul etmedir.

Genel olarak böyledir.

Özel olarak ise İslam toplumunda en üst yöneticinin (halifenin) toplumun tümünde onları dinsel ve siyasal olarak yönetme yetkisini almasıdır.

Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi Hz. Ali hiç bir zaman yukarıda adı geçen kişilerin halifeliklerini meşru görmemiş dolayısıyla onlara biat etmemiştir.

Hatta imkan ve şartlar ölçüsünde halifeliğin kendisinin hakkı olduğunu bu hakkın Hz. Muhammed tarafından kendisine verildiğini dile getirmiştir.

Getirmekle kalmamış görevin ehline verilmesi için mücadele etmiştir.

Hz. Ali bu konuda şunları söylüyor: “Allah’a yemin ederim ki, Allah Teala, Yüce Peygamber’inin ruhunu aldığından bugüne kadar, sürekli ben hakkımdan uzaklaştırılmış bulunuyorum...” (Nehcul-Belağa, Hutbe: 6.)

Allah’a andolsun ki falan kimse (Ebi Kuhafe oğlu Ebubekir), hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi üzerine giyindi.

Oysa sel her zaman benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yüce zirvelere yükselemez.

Ben de hilafetle kendi arama bir perde gerdim, ondan tümüyle yüz çevirdim.

Başladım kendi kendime düşünmeye; şu kesilmiş elimle hemen atağa mı geçeyim, yoksa şu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim?

Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte sürekli olarak zahmetten zahmete düşer.

Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim.

Ama gözümde diken vardı, boğazımda ise kemik.

Mirasımın tümüyle yağmalandığını görüyordum.” (Nehcul-Belağa, Şıkşıkıyye Hutbesi/Hutbe: 3)

Ne yazık ki Sünni anlayış onlarla ayni zihniyette olan yol yezitleri bu gerçekliği bir türlü görmüyor.

Gördüğü yerlerde ise kabul etmek istemiyor.

Bin bir yöntemle, bin bir gerekçeyle bu basit ve yalın gerçeğin üstünü ört bas etmeye çalışıyor.

Sünni anlayış bu gerçekliği öyle çarpıtıyor ki Hz. Ali'nin adı geçen bu üç şahsa karşı bırakın mücadele etmeyi, onlara  şeyhülislamlık bile yaptığını iddia ediyor.

Oysa adı geçen kişilerin döneminde şeyhülislamlık diye bir makam yoktu.

Ancak adı geçen şahısların zaman zaman tıkandıkları ve Hz. Ali'ye çeşitli konularda fikir danıştıkları olmuştur.

Ancak Hz. Ali'nin buradaki tavrı asla ama asla bu kişilerin halifeliklerini meşru görecek şekilde bir tavır değildir.

Hz. Ali bu kişilere karşı mücadele etmiştir.

Bu mücadele öyle kanlı bir çatışma şeklinde olan bir mücadeleden çok başka yöntem ve yollarla sürdürülen bir mücadeleydi.

Çünkü Hz. Ali, mücadelenin, doğruları hakim kılmanın, değerleri korumanın mücadelesinin kanlı olmasını istememiştir.

Mümkün oldukça savaş ve şiddetin olmadığı bir çözüm yolu bulmanın, yol dışına çıkmış olanların tekrar yola kazanmanın çabasını araya kan koymadan çözmeye çalışmıştır.

Sünni anlayış bu gerçekliği göreceği yerde, Hz. Ali'nin şiddette başvurmamasını, ikna yöntemini, barışçıl mücadele yöntemini uygulamasını bir biat olarak anlıyor.

Hz. Ali neden şiddetle mücadele etmediğini söyle izah ediyor: “Peygamber, bizim aramızdan gittiğinde biz onun varisi, velileri ve öz soyundan olan yakınlarıyız, artık kimse hilafet konusunda bizimle niza etmez ve göz dikmez, dedik.

Ama beklemediğimiz bir şekilde Kureyiş’ten bir grup bizim hakkımıza el uzatarak yöneticilik hakkını bizden aldı ve kendileri sahiplendiler. Allah’a yemin ederim ki, eğer Müslümanların arasında bölünme meydana gelmesi, küfrün tekrar geri dönerek dinin tamamen yok olması korkusu olmasaydı bu gün üzerinde olduğumuz şeyden farklı bir durumda olurduk.” (Nehcul-Belağa)

Bize göre olay ayan beyan ortadadır.

Hz. Ali hiç bir zaman adı geçen kişilerin yönetimlerini meşru ve yasal görmemiştir.

Görmediği gibi onlara karşı mücadele etmiştir.

Bazı durumlarda bu kişilerin Hz. Ali'ye fikir danışmaları ve Hz. Ali'ninde bunlara yol göstermesi biat değildir.

 

 

Hz. Ali bağlama çalıp semah dönüyor muydu?

Elbette ki Hz. Muhammed ve Hz. Ali cem yaparken bağlama çalmıyorlardı ve günümüzde söylediğimiz deyişleri söylemiyorlardı.

Zaten bunu iddia etmiyoruz ki...

Ancak Hz. Ali, Hz. Muhammed ve diğer Kırklar Meclisi üyeleri ibadetlerini yine yapıyorlardı.

Yani onlar birlikte dua ediyor, ilahiler (deyişler) söyleyerek semah dönüyorlardı.

Semah dönmek için, ibadet etmek için illa bağlama olması gerekmiyor.

Bağlama bu haliyle sonradan cemlerimizde kullanılmaya başlanmıştır.

Ondan öncede ibadet ederken yine aynı ibadeti yapıyorduk.

İbadetimiz öz olarak aynıydı.

Günümüzde sadece biçimsel bazı değişimler olmuştur.

Bağlama o değişimlerden birisidir.

Bu biçimsel değişimler sadece bizlerin inancında yoktur.

Tüm inançlarda vardır.

Bizlerin ibadeti olan cem ilk günkü gibi aynı özdedir.

Biçim değişmiş, öz aynı kalmıştır.

Bu ibadete ters bir durum değildir.

Sünnilerde de değişim olmuştur.

Örneğin eskiden cami, minare var mıydı?

Veyahut müftü, şeyh, müezzin, hoca, imam, molla bunlardan hangisi vardi Hz. Muhammed döneminde?

Yine teravih namazı diye bir namaz, mevlit, kutlu dogum haftlari var mıydı?

Hz. İsa zamanında kilise var mıydı?

Varsa bu günkü kiliseler gibi miydi?

Yine ayinler şimdiki gibi miydi?

Sünnilik ve Hristiyanlık uzmanı değilim, ancak eminim ki sayısız yenilikler kaçınılmaz olarak Sünnilikte de, Hristiyanlıkta da, Yahudilikte de vardır.

İnançta esas olan özdür.

Ne yazık, ne yazık ki dini algılamaktan aciz, yaşamı kavramaktan uzak kimseler dini biçimsel kurallara indirgemiş ve biçimi özün yerine koyarak adeta yeni putlar yaratmıştır.

Toplumsal gelişim doğal olarak biçimsel değişimleri zorunlu kılıyor.

Dogmatik bir şekilde kaba ve bağnaz bir şekilde biçimi asıl inancın yerine koyup inancın özünü yadsıyıp biçimi esas almak, kaçınılmaz olarak yobazlığı doğuruyor.

Elbette biçim ve kurallar olmalıdır.

Zaten bunu yok sayamayız.

Nitekim cemimizde biçim ve kurallar var.

Ancak bağlama örneğinde olduğu gibi esas olan özdür.

Kısacası; bu gün cemimizde bağlama olmasa da biz yine ibadetimizi, yani cemimizi yaparız.

İbadetimizde esas olan özdür ve bizler bu özü koruduktan sonra bağlama veya başka insana Hakk'ı ve hakikatleri daha iyi kavratacak, farkındalığı ve bilinci geliştirecek olan enstrümanlar olacaktır.

 

Hz. Ali kızını Ömer'e gelin olarak mı verdi?

Tarihsel hiç bir dayanağı, kaynağı olmayan, ancak Alevilerin Hz. Ali'ye olan bağlılık ve sevgilerinde gedikler açmak için böyle korkunç yalanlar söyleyebiliyorlar.

Kendi inanmadıkları yalanlarına Aleviler inandırmak, bilinçleri bulandırmak isteyenlere cevabımız şudur:

yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı gibi, Hz. Ali hiç bir zaman bu halifelere biat etmemiş, bunların halifeliğini onaylamamıştır.

Böylesi bir iddia, yani Hz. Ali'nin kızını gelin olarak verdiği iddiası, Ömer ve diğerlerinin yaptıkları yanlışları meşrulaştırmak için uydurulmuştur.

Yani topluma denilmek istenilmiştir ki bunların arasında bir husumet, çelişki yok, aksine bunlar akrabadırlar.

Bu konudaki bilgilerin hiç birisi gerçek değildir, tamamen uydurmadır.

Ehlibeyte yapılan haksızlıkların üstünü örtmek için bu gerçek olmayan bilgiler sunulmuştur ve bu yalanları birileride tarihte olduğu gibi günümüzde de tekrar ediyor.

Evet, Hz. Ali kızını Ömer'e veya o tayfadan başka birisine vermemiştir, vermesi de mümkün değildir.

Hz. Ali evini yakmak isteyen, eşi Hz. Fatma'yı yaralayan birisine kızını verecek bir şahsiyet midir?

 

Hz. Ali haksız yere insan mı öldürdü?

Tarih okumasını Emeviler üzerinden yapan bir takım cahil kimseler, 'Hz. Ali'nin ganimet savaşları yaptığını, insan öldürdüğünü ve dolayısıyla katil olduğunu' söylüyorlar.

Bu kişiler bunu demekle yüz yıllarca Hz. Ali'ye ve evlatlarına, taraftarlarına mescitlerde küfür ettiren, katleden ve  her türlü eziyeti yapan Yezit soyunun safında yer aldıklarının farkındalar mı?

Farkında değiller, olsalar bu ahmak ve cahil kimseler böyle yazmaz, konuşmazlar.

Oysa Hz. Ali bırakın bir savaş çıkartmayı, bir masum cana kıymayı, bir karıncayı bile incitmemiştir.

Hz. Ali'nin tüm savaşları meşru müdafaa temelinde yani kendi canını ve ailesini, dostlarını savunma amaçlıdır.

Ve yine Hz. Ali yaptığı tüm savaşları o zamanın haksızları olan Ebu Süfyan, Muaviye, Mervan ve Yezitlere karşı yapmıştır.

İslam tarihini Emevilerin penceresinden oturup okuyanlar elbette bu gerçeği görmüyor, görmek istemiyorlar.

Onlar ısrarla Emevilerin Hz. Ali'ye yapmış oldukları kötülükleri modern zamanda devam ettiriyorlar.

Emeviler, Hz. Ali'ye karşı zulmü, küfürü ve baskıyı ibadet olarak görüyorlardı.

Gördükleri içindir ki mescitlerde dua niyetine Hz. Ali'ye, evlatlarına ve ona bağlı olanlara dua niyetine küfür ediyorlardı.

Günümüzün sözde Alevi özde ise Yezitleri de aynısı yapıyorlar.

Tek farkları, bunların hasbelkader Hz. Ali'ye bağlı bir anne ve babadan dünyaya gelmiş olmalarıdır.

Fakat şunu bilelim ki bu ahmak, aşağılık cahiller Alevi değiller, bunlar Yezittirler.

Bunların sadece Hz. Ali'ye değil, tüm Aleviliğe, Aleviliğin o inançsal ilkelerine, muazzam kültürel birikiminedir düşmanlıkları.

Adeta Yezidin günümüz soy sürdürücüsü komunundadırlar.

Tüm zamanlarını ve enerjilerini Hz. Ali'ye hakaret, küfür etmek ile geçirirler.

Bunlar, 'hangi kaynağa, neye dayanarak Hz. Ali'nin böyle olduğunu söylüyorsunuz' diye sorduğumuzda, karşımıza Emevilerin kaynaklarını çıkartıyorlar.

Behey ahmak ve aptal yaratıklar, bu dediğiniz kaynaklar tarihte Hz. Ali'ye ve onunla beraber olan kim varsa onlara düşmanlığı bir dini ilke olarak benimsemedi mi?

Hz. Ali'ye düşmanlıklarını dini bir çerçeveye koyanların kaynakları ile mi Hz. Ali'yi anlamaya ve tanımaya çalışıyorsunuz?

Hz. Ali kutsalımızdır, kırmızı çizgimizdir, vazgeçilmezimizdir.

Her şeyimizden vazgeçeriz, Hz. Ali'den, onunla bütünleşmiş olan değer ve doğrulardan vazgeçmeyiz.

Onun için dilimiz keskindir.

Af yok, taviz yok.

Bu anlayışla tekrar belirtelim ki; Hz. Ali asla savaşı başlatan kişi olmamıştır.

Her zaman için pasifist bir kişilik olmuş, konuşmayı ve diplomasiyi esas almıştır.

Fakat o kaçınılmaz an geldiğinde ise son ana kadar da savaşmış, savaş sanatının gereklerini büyük bir ustalıkla yerine getirmiştir.

Hz. Ali'nin tüm savaşları, evet istisnasız tüm savaşları meşru müdafaa temelindedir.

Saldırganlık ve ganimet için değil, kendi canını ve ailesini korumak içindir.

Hz. Ali hiç bir zaman kendisinden güçsüz ve zayıf kimselerle savaşmamıştır.

Onun savaşları her zaman için çağın barbarlarına, insanlık düşmanlarına karşı olmuştur.

Böyle olduğu içindir ki hala Hz. Ali tüm mazlumların yoldaşı, önderi, yol göstericisi ve ilham kaynağıdır.

Malı, mülkü, iktidarı esas alanlar, haksızlık ve ganimet peşinde koşanlar asla Hz. Ali'yi sevmez, onu kendisine önder saymazlar.

Tüm bu bariz gerçekliğe karşın halen Hz. Ali'yi haksız savaş yapmak ile itham edenlere elbette söyleyecek iki çift lafımız vardır: Yezitsiniz ve Yezit lanetlidir.

 

 Hz. Ali'nin kılıcı Zülfikar nedir,  neyi sembolize ediyor?

İstisnasız her toplumun kendine has bazı sembolleri, o toplumun genel yapısına uyan işaretleri vardır.

İlkel kabile toplumlarından günümüz devletlerine, totemlerden ulusal bayraklara kadar semboller varlığını sürdürüyor.

Sembollerin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir dersek yanılmış olmayız.

Sembollerin önemini günümüzde kimse yadsıyamaz.

Çoğu zaman sembollere yüklenen anlamların dışında algılamalara da sebep olsa sembollerin önemi varlığını sürdürecektir.

Bu bağlamda Alevi toplumunun sembolleri de daha bir anlam kazanıyor.

“Utanç duyulan” bir inanç toplumundan kendini öz kimliğiyle tanıtan bir topluma geçiş sürecinde Aleviliği anımsatan sembollerin önemi kat kat artıyor.

Hatta bu semboller öyle bir çekicilik arz ediyor ki Alevi inancına mensup olmayanlarda Aleviliği çağrıştıran, Alevi olanların sahiplendikleri sembolleri rahatlıkla kullanıyorlar.

Bu çekicilik beraberinde inancın özüne, oluşum tarihine, kültürüne ve toplumsal yaşayışa bir ilgiyi de getiriyor.

Zülfikar, Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali'ye armağan edilen ucu çatal kılıcın adıdır.

İnancımıza (Aleviliğe) göre Zülfikar savaş öncesi gökten inmiştir.

Hz. Muhammed'de bu gökten inen kutsal kılıcı Hz. Ali'ye hediye etmiştir.

Zülfikar'ın tarihsel işlevi çok önemlidir.

Bu tarihsel önemlilik kendisini günümüzde kolye biçiminde bir sembolle güncel hale getiriyor.

Kolye olarak boyunlara asılan, yüzüklerin üstüne islenip parmaklara takılan ve daha benzer takıların, eşyaların üstüne işlenen Zülfikar adeta “Alevi olmanın” sembolü olmuş durumdadır.

Şüphesiz her boynuna Zülfikar'ı sembolize eden kolye asan kişi Alevi değildir.

Ya da Alevi ise dahi Alevi inanç gerçekliğini tam manasıyla kavramış değildir.

Ancak genel yansıma bu şekildedir.

Tarihten günümüze Alevilerin kullandıkları bir çok sembol olmasına rağmen Zülfikar sembolünü belirgin şekilde ön plana çıkmasının birden fazla nedeni vardır.

Her şeyden önce Zülfikar gerçek adaletin simgesidir.

Tarihsel ve gerçek Zülfikar daima haklıdan ve hakkaniyetten yana olmuştur.

Bu anlamda kolye biçimindeki temsili Zülfikar'da hakkaniyetin, doğruluğun, dürüstlüğün, adaletin temsilcisidir.

Başka bir deyimle, adalet ve hakkaniyet isteyenlerin sözcüsüdür.

Kimse Zülfikar'ı salt bir savaş aracı olarak algılamasın.

Ya da Zülfikar'ı şiddetin, kan dökücülüğün sembolü olarak algılamasın.

Tarihte de Zülfikar'ın işlevi adalet ve hakkaniyeti yerine getirmek ve haklıdan yana olmak olmuştur.

Günümüzde de sembol olarak; adalet isteyenlerin sembolü olarak bu işlevi yerine getiriyor.

Zülfikar'ı bir şiddet aracı Alevileri de şiddeti kutsayan bir toplum olarak lanse etmek gerçeklere aykırı bir durumdur.

Gerçekte Zülfikar adaleti ve doğruluğu temsil ediyor, Alevilerde doğruların takipçisi bir toplumdur.

İstisnalar kaideyi burada da bozmaz.

Genel manada doğruluğun, adaletin hakim olduğu, eşitliğin egemen olduğu, her türden haksızlığın giderildiği (ya da minimum düzeye çekildiği) bir dünya özlemindedir Alevi toplumu.

Zülfikar'ı bu bağlamda değerlendirmek, haksızlıklara uğramış ve herkes için adaletin insani bir hak olduğunu benimseyen bir toplumun sembolü olarak kabul etmek gerekiyor.

 

Hz. Ali camide öldürüldüğü için mi Aleviler camiye gitmiyorlar?

Birincisi Hz. Ali camide öldürülmedi. İkincisi Hz. Ali döneminde cami yoktu. Mescit vardi. Mescit ise günümüzde cemevine tekabül eden ibadethanedir.

Bu soru oldukça yanlış, saçma bir soru. Hz. Ali duş yaparken şehit edilseydi biz duş yapmayacak mıydık?

Tekrar belirtelim ki Hz. Ali döneminde cami yoktu, mescit vardı ve Hz. Ali mescitte değil, evinden çıkarken saldırıya uğrayıp yaralandı ve daha sonrasında ise şehit oldu.

Remzi Kaptan

 

 

 


Statistiken

 

Anrede:
Ihr Vorname:
Ihr Name:
Telefon-Nummer:
eMail:
Grund Ihrer Nachricht: Ich habe eine Frage
Ich habe einen Vorschlag für Ihre Seiten
Ich habe eine Kritik anzubringen
Text:

 

Kopieren nur mit Quellenangabe/Kaynak gösterilmeden kullanilamaz!